Ankara’yı Sevme Sürecinde Geçilen 6 Evre

Ankara’yı Sevme Sürecinde Geçilen 6 Evre
17 Ekim 2016 01:59

Zaytung sitesinde hazırlanan 6 madde, Ankara’yı sevme sürecinde geçirilen 6 evreyi anlatıyor. Özellikle Ankara’ya üniversite okumak için gelmiş olanların başından geçenlerin kısa bir özeti olan ”Ankara’yı Sevme Sürecinde Geçilen 6 Evre” yazısı, Deniz Kargılı tarafından hazırlanmış.

Türkiye’nin başkenti ve ikinci büyük şehri olan Ankara’ya gelenlerin ilk bakışı ve son bakışı gerçekten çok farklı olabiliyor. Özellikle kışın dondurucu soğuğunu yaşayanlar, bunun şokunu üzerinden kolay kolay atamıyor. Hele bir de deniz kenarından bir memleketten gelenlerin ”Ankara’da deniz yok yeağ” lafı, ağızlardan eksik olmuyor. Sonrasında yaşanan süreçlerle beraber ”düzenli şehir, trafik derdi yok, hayat ucuz” muhabbetleri dönmeye başlıyor. İşte Ankara’yı sevme sürecinde yaşanan evreler:

1. Şok

(“Ben nereye geldim böyle!”)

Ankara’ya dışarıdan gelenin şokunun başladığı yer çoğunlukla AŞTİ’dir. AŞTİ’de, bele ziyan yolculuğun sonunda bombok bir şekilde uyanmaya mütakip otobüsten inilip basen kristalizasyonu ayazla tanışılan o anda, kişioğlu bu kente dair üç temel olguyla karşılaşır: Soğuk, gri ve o genel memuriyet hali.

Elbette Ankara’ya yalnızca kara yolu ile ulaşılmamaktadır. Hadisenin uçaklı versiyonunda ise şok daha sert yaşanır. Zira, Esenboğa Havalimanı ciddi ciddi güzel bir yerdir. Ancak kapıdan çıkıldığında bu defa da şu üç şeyle karşılaşılır: soğuk, sis ve tezek kokusu. Kısaca welcome to Pursaklar!

Ancak şok henüz daha yeni başlamaktadır. Ankara’ya hoşgelinmiştir; ama geliş hiç de hoş olmamıştır. Birden bire hiçbir yokuşun hiçbir kıyıya varmadığı fark edilir. Yüksek rakım bir yere çıkılır ve takriben Elmadağ tarafında bir yerlere bakıp, “Nası lan. Şimdi bu karşıki dağlara ev yapmışlar ve şehir mi olmuş yani! Vay emenike!”, denilir. Ankara’nın bir büyük şehir olduğu giderek daha anlamsız bir iddaymış gibi gelir. Ve. Ve en önemlisi de burada insanların nasıl yaşayabildiğine hayret edilir. Hatta ne hayreti, bunun başlı başına bir ruh hastalığı olduğu düşünülür. Allah kahretsin, hakikaten nasıl bir bataklığa gelinmiştir böyle!

2. Öfke

(“Karasalına s*çtığımın şehri!” / “Buraya gelen kafamı s*keyim!”)

İlk şokun ardından fırtına gibi, deprem gibi, Alman panzeri gibi bir öfke evresi gelir. Kişioğlu bu adımda Ankara’ya dair ve Ankara’da olan neredeyse her şeye nefret duyma eğilimindedir; ve eğilime zeval olunamaz. Gözün gördüğü her şey batar. Bilhassa “la”, “bebe”, “ellam” ve “başgan” gibi Ankaraca sözcükler. Hal öyle bir noktaya gelir ki, artık kişi için Ankara havası dinlemek (ki Ankara havası trance müzik türüne benzer bir şekilde dikkat edilmediği zaman birbirinin fotokopisi eserlerden oluşur) en kallavisinden bir işkence metodudur. Dolmuşlar gebeş, EGO otobüsleri anlamsız, insanlar hayata kayıtsız, hayatın kendisi anlamsızdır, diye düşünülür. Kentten mutluluk beklenmez ve dahi gelmemesi bile temenni edilebilir. Şehrin aslında birkaç ana sokaktan ibaret olduğu, ayrıca Kızılay’ın kıç kadarlığı, Kızılay’ın mendilci çocukları, Kızılay’ın 5 liraya falımız varcıları, Kızılay’ın her gün nizami bir şekilde ama tam olarak neyi protesto ettiği bilinmeyen yoldaşları, genel olarak Kızılay’ın mobilize insanları sinir kanseri yapmaya başlar. Evet, şehir o kadar da büyük değildir. Hayır, şehir şehr-i İstabul değildir. Bozkırlardan geçen sokaklara denize varamamaktır. Öfkenin en büyüğü ise kişinin kendisine karşı olanıdır: “Allah benim belamı versin! Ulan ben nasıl geldim buraya!”

3. İnkar

(“Hacı ben altı aya gidiyorum zaten*.”)

Öfke yerini yavaş yavaş kabullenememe haline bırakır. Kişioğlu kendine hayalbaz bir dünya yaratır ve bu dünyanın ikamet adresi icabında Kuzey Kore’deki bir toplama kampı, Güney Asya’da sefaletin kol gezdiği bir kasaba, hatta ve hatta Flash TV stüdyolarıdır, ama Ankara değildir. Ankara olmayacaktır. Buraya gelinerek bir hata yapılmıştır ama kalınarak sürdürülmeyecektir. Gidilecektir. Kesinlikle gidilecektir. Altı ay sonra gidilecektir. Altı ay sonra Istanbul’a gidilecektir. (Çünkü o esnada İstanbul’da herkes çok eğlenmektedir, falan.) Olmadı bir yıl sonra gidilecektir. Hadi vurdursan çarptırsan bir buçuk seneye kesinlikle gidilecektir. Kesin.

*:Nah gidersin.

4. Depresyon

(“Affet bu gece ölmek istedim, pembe bir müsteşarlık olmak istedim.”)

Her yas sürecinde olduğu gibi kaçınılmaz olarak dördüncü ve en uzun metraj kısma gelinmiştir. Yataktançıkmazlar Holding sponsorluğunda birbirinden lacivert günler geçirilir. Kişioğlu bir oradan bir oraya, öyle destinasyonsuzca dingilder durur. Mutsuzdur. Adam akıllı mutsuz olacak kadar bile heyecanı kalmamıştır. Dizi yayımlayan web siteleri tavaf edilir. Bol bol, sezon sezon, 149 bölümü toplam 4 bölüm senaryosu üzerinden giden Supernatural gibi diziler izlenir. Bir de içilir. Sağlam içilir. Çok sağlam içilir. İçmek dışında içten gelen pek de fazla şey yoktur. Köküne kibrit suyu, toprağına kentsel dönüşüm dökülmüşcesine kurur gider insan. O denli boşluk, o denli bir isteksizlik, o denli bir durgunluk, o denli bir hiçbir şeyliktir ki yaşanan, kişi acaba oralarda bir yerlerde çok geniş açı bir lensle Nuri Bilge Ceylan mı var duygusuna kapılır. Ancak, aynı zamanda tuhaf da bir şey olmaya başlar. Kişi, Ankara’ya dair açıklamaz bir yakınlık duymaya başlar. Nefretle karışık bu sempati dürtüsü ile başlayan sürecin eşliğinde depresyonun dehlizlerinde boğum boğum devam edilir. Ta ki..

5. Kabullenme

(“Aslında burası o kadar da kötü değil ya..”)

Bir noktadan sonra artık Ankara’dan kaçılamayacağı, daha doğrusu kaçılmayacağı fark edilir ve bünyeye ciddi bir rahatlama gelir. Bu durum, sürecin doğal ilerleyişinden dolayı olabileceği kadar, artık şehirde belirli bir arkadaş ortamı edinilmiş olmasıyla ilgilidir. Düzeli gidilen mekanlar oluşmaya başlar, insanlar artık o kadar manasız gelmemeye başlar; Kuğulu Park’a gidilir, Seymenler’de içilir, Sakarya’da içilir, Bestekar’da içilir, eğer bunların hepsi aynı 24 saat içinde olduysa muhtemelen Tunus tarafında kusulur. Velhasıl, şehir artık bir cinnet yatağı değil içinde baya baya yaşanılan bir yer haline gelmiştir.

Yahut daha kısa ve dürüst ifade etmek gerekirse, Ankara’da aşık olunmuştur.

6. Sahiplenme

(“Ankara’nın d*şşağını yesinler!”)

Ve kaçınılmaz aşamaya gelinir: Ankaralılaşma. Artık ne dolmuşlar, ne de EGO otobüsleri rahatsız edicidir. Ankara havası, Behzat Ç. ve Ankara şehir yaşamına dair üstel olarak artan bir sevgi oluşur. Düzenli gidilen mekanların müdavimi olunmuştur, arkadaşlık bağları iyice betonlaşmıştır, o aşık olunandan muhtemeldir ki sağlam bir kazık yenmiş ve yeni kazıklara doğru yola çıkılmıştır. Yaşamak namına her ne varsa kısaca, artık yapılabilir hale gelmiştir. Şehir kişioğlu üzerinde ciddi bir aidiyet duygusu yaratır. İstanbul’u yermeye başlayacak kadar ciddi. Yeter miktar Ankarazasyona uğramış bünyeden sıklıkla, “Hacı İstanbul’da insanlar deniz mi görüyor yea? İstanbul’un tarifiği, pahası, stresi çekilir mi yea? Ankara mis gibi şehir LA”, türü laflar ederler. Bir ayaz vakti daha AŞTİ’de uyanana dek.

 

Kaynak: Zaytung / Hazırlayan: Deniz Kargılı

Bir Yorum Yazın